Bu yazının ilk halini 2012 yılında yazmışım, Bukowski ile henüz tanışmış, Postane’yi yeni bitirmiştim o dönem. Yakın zamanda okuduğum bir yazının son paragrafıyla tekrar anımsadım, önce postaneyi yeniden okudum sonra bu yazıyı. 6 senenin ardından tekrar elekten geçirip servis ediyorum.
——————————————–
Baba, oğul, kutsal işkembe
İşkembe dediğime bakıp burun kıvırmamak gerek. İşkembe ben ve babamın özelinde bir çorbadan daha fazlasıdır. Nihayetinde kuşak buluşmasının tam ortasındadır, masanın bir ucunda 50’sine gelmiş babam, diğer ucunda onun yarısından az olan ben varızdır, oturur koca kaselerde afiyetle götürürüz. Genel mizacı itibariyle işkembenin öncesinde alkollü bir aktiviteyi barındırması oldukça olasıdır ama biz babamla karşılıklı içki içmeyiz. Ataerkillikle yoğrulmuş sentez bir muhabbet vardır aramızda. Yıllar boyu süren kavgaların getirdiği noktada stabil bir düzen oturttuk sayılır şu sıralar. Haftada 1 kavga ederken şuan yılı ortalama 2 kavga ile bitiriyoruz. Sanırım o yaşlandıkça ben büyüdükçe esneklik kazanmayı öğrendik.
Sevgili babam ilginç adamdır, felsefe sever, çok okur, güzel konuşur, kendini kabul ettirme egosu yoktur, zaten o konuşunca ortam onu kabul eder. İlginçtir ki hayat felsefesi, felsefenin kendisine bir küfür maiyetindedir. Aşırı kuralcıdır, akışına bırakmaz sonuna kadar planlar, özgürlüğün sınırsızlığını kabul etmez aksine elinden geldiğince kurallarla duvar örer etrafına. Üzerinden atlayıp atlamamak bana kalmıştır. Hayatı boyunca edindiği tüm tecrübelerden yararlanılmasını bekler, yani ben bunu yaptım şu oldu, sen yapma mevzusu. Ben bu tecrübelerden çoğu zaman yararlanmadım, umurumda değildi. Her yaşımda farklı sebeplerim vardı. 14-20 yaş aralığındaki motivasyonum asilik ve serserilikti. Şimdilerde daha farklı. Edinilmiş tecrübelerin doğduğu olaylar ne kadar benzerlik gösterirse göstersin sonuçlar içinde bulunan insan faktörü sebebiyle çokça farklılık gösterebilir. Kişilerden, bambaşka karakterlerden, verilen tepkiler ve bırakılan etkilerden bahsediyorum. Mesela siz İstiklal’de sabaha karşı yanınızda alkolden kendini kaybetmiş, bilincini yitirmiş bir arkadaşınızla benetton mağazasının önünde otururken önünüzden geçen bir travestiyle problem yaşayabilirsiniz, o size laf atabilir, salça olabilir, dövebilir falan, neden böyle yapsın demeyin 3.sayfa haberleriyle bize böyle tanıtıldı bu insanlar. Ama ben alkolden bilincini yitirmiş arkadaşımla İstiklal’de bir mağazanın önünde oturup kara kara düşünürken o travesti gelip bize yardım teklif etmiş, kendince telkin edip dönüş yolculuğunda tekrar bize bakacağını söylemiştir. Mesajım travestiler iyidir kötüdür falan değil. Sadece anlatılan hikayeler birbirine ne kadar benzerlerse benzesinler, denklemin içinde insanlar oldukça değişkenlik gösterecektir, insan doğası bunu gerektirir.
Tabi ki edinilmiş tecrübeleri boşlamadım, hepsini dinledim, sadece uygulamadım. Karşılaşabileceğim durumlara kendimi ben olarak hazırladım. Çünkü ben onun tüm tecrübelerinden yararlanırsam 2 tane insan ömrü birbirine benzer tek bir hayat olarak heba edilmiş olacaktı. Büyük bir israftan kaçmaya çalışıyordum aslında. Spontane kelimesini yeni yeni cümle içinde kullanmaya başlamıştım ve hayatım bu şekilde akmalı gibi geliyordu. Anlayacağınız kendi tecrübelerimi kendim olarak edinmeyi tercih ettim ki anlatacak yazacak hikayelerim olsun. Boka sardığı olmadı mı hayatımın, oldu tabi ki hem de birden fazla kez. 3-5 kişi arkamdan güldü belki, ya da beni eleştirdi bilmiyorum, pek umurumda değil. Sonuç olarak hala yaşıyorum, kendimi özgürleştiriyorum yaşadıklarımla, yani en azından buna özgürlük diyerek kendimi eleştiri ve toplum baskısından uzak tutmaya çalışıyorum.
Tekrar baba-oğul ilişkime dönecek olursam, bu ilişki ne kadar sevgi üzerine kurulu olsa da aslında toplum baskısıyla şekillenir. Senin baban olan figür başka birinin oğludur ve oda aynı şeyden nasibini almıştır. Böyle görmüştür çünkü babasından ve oğluna biraz değiştirilmiş haliyle yansıttığı tam olarak budur. Bu toplum baskısıdır ki babamla karşılıklı içmeme engel olmuştur, benim esnek bir gençlik dönemi yaşamamı engellemiş, karakterimi tüm seçenekleri görmeden onun getirdiği dayatmalarla şekillenmesini sağlamıştır. Asi tavırlarımın ve serseriliğimin altında bu baskıya bir başkaldırı yatar, benim başkaldırılarım hep kendime zarar vermiştir ama kişisel tarihimde önemli birer dönüm noktası olmuştur her biri. Daha bu ergenlik diye tabir edilen çocukluk yıllarında alkolle alakalı getirilen dayatmalar öyle sıkmıştır ki beni parkta, bahçede bira, viski, votka zıkkımlanmaya başlamışımdır arkadaşlarımla. İçkinin kendisi değil ama belli yasakları, koyanları kızdıracak şekilde deliyor olmak işte o çok matah bir duygu gibi gelirdi bana. Sanırım bu duygunun müptelası olmuş olacağım ki bu hikayelerden birinin sonu lise 2. Sınıfta alkollü gittiğim bir okul günü sınıfta kusmam ile son buldu. Öğrenim hayatım direkten döndü, tasdiknamem yazıldı ama araya giren ciddi torpil sonucu yırtılarak uzaklaştırmaya çevrildi. Uzaklaştırma çok yeni bir hadise değildi benim için ama süreç fazla uzun sürmüştü bu defa, peşinden derin bir sarsıntı geldi. Daha çocuktum aslında, toplumun getirdiği sınırları aşmanın bedelini test ediyor ve dışarıdan şirin göründüğünü düşündüğüm bazı haşarılıklar yapıyordum kendimce. Sonuçlarını ne olacağını tahmin dahi edemezken suratıma yumruğu yemiştim. Bir süre diğer herkes gibi araziye uyum sağlayarak vakit geçirdim. Yıllar içinde belli şekillerde acısını çıkartmaya çalıştım toplum baskısının, öğrenci olmak okula gitmek istemiyordum, tepkimi bağıra çağıra içe sıça göstermek istiyordum. İçimde baş kaldırmak isteyen başka biri vardı, tepkiliydi. Bu psikoloji kendini farklı şekillerle dışa vurdu, solculuk oynuyordum mesela, eylemlere katılıyor, bildiri dağıtıyordum, polislerle seviyeli bir ilişkim vardı, ben çav bela diye bağırdıkça onlarda tabağı boş göndermiyor jop ve biber gazıyla nezaket gösteriyorlardı. Eylem sonrası diğer solculuk oynayan arkadaşlarla birlikte ucuz esnaf lokantasında pilav üstü kuru yiyor sonra uçan eve gidip bira içiyorduk. Kimi mark, kimi lenin, kimi mao diyordu çok nadir Atatürk’ü hatırlanıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam 2007 yılıydı, kentsel dönüşüm diye bir hikaye çıkmıştı başımıza tarlabaşı’nı yıkacaklardı, birçok ailenin sokakta kalacağı söyleniyordu. Hep beraber kentsel dönüşüm projesi dahilinde evlerinden atılacak insanları örgütlemek istiyorduk lakin kapılarına gidip onların yanında olduğumuzu söylediğimiz insanlar bizim için bunlar komünist diye başlayan cümleler kurup,pis ateistler ile sonuca bağlıyorlardı kapıyı büyük bir şiddet ile çarpmadan hemen evvel. Eylemler, bildiriler, solculuk oynayan güzel kızlar gibi bir kargaşa içinde zaman geçti. Sonuç elde etmeksizin bünyeme yerleşmiş o sanal gurur beni terk etti. Ses getiremiyor, sonuç doğuramıyorduk, sıkılmıştım kendi tiyatromdan. Nitekim tüm oy potansiyelimiz %00,3 idi, vazgeçtim. Babamla laflarken durumdan bahsettim, Türkiye şartlarından, insanların ekmek kavgasından dem vurdu. Bu işlerin peşini bırakarak doğru olanı yaptığımı ve hayatımın bundan sonraki kısmını iyi bir iş ve kariyerle yapılandırmamı söyledi, söylemenin ötesinde bunun için tavsiyeler/planlamalar yapıp işleme aldı. İş ve kariyer, toplumun bir diğer dayatmasıydı, parayı bir afyon gibi kullanarak bizi uyutması ve en önemlisi parayı araç olmaktan çıkartıp amaç yapması sergilediği güzel figürlerden birkaçıydı, bu şekilde dizginlerimizi eline alıyordu. Para kazanmak birçok insan için öyle bir ideoloji haline geliyordu ki kazandığı zaman nasıl harcayacağını bile bilmiyor, kendini daha fazla kazanmak için motive ediyor, ölene kadar çalışıyor ve çok çalışılmış ama ıskalanmış örü arkasında bırakarak bu dünyadan ayrılıyordu.
Yıl 2012 ama hangimiz 1700’lü yılların sömürge altında yaşayan insanlarından daha özgür olduğumuzu iddia edebiliriz? Daha iyi giyiniyor, rahat yataklarda yatıyor, yada daha iyi besleniyor olmamız mı bizi özgür kılıyor dersiniz? Kıçımla gülüyorum böyle özgürlüğe modern dünyanın yeni jenerasyon köleleriyiz çoğumuz. Bu çoğunluğa mensup olmayan, gönlünce içen, tüttüren, dans eden, dizgini olmayan kafasına göre yaşayan toplum tarafından uzaklaştırılmış değil, toplumdan kendi isteğiyle uzaklaşmış insanlar var tabi. Onlara karşı derin bir saygı ve sevgi besliyorum. Sanırım yaşadıkları hayata gıpta ediyorum. Zaman zaman içimden şu soruyu geçiriyorum, acaba harikalar diyarına düşmek için hangi delikten atladılar?
——————————————–
Gariptir, fahişeler ve palyaçolar, aslında ne kadar çok ortak noktaları var.
2018.