Yazar: 18:43 Genel Kafalar

Devrim

Ben gene yollarda kayboldum. Sokağı bilmediğimden değil, yaşayanları tanıyamadığımdan kendimi kaybolmuş hissetim arşınladığım kaldırımlarda.

Hiç bilmediğin bir sokağa girdiğinde önce gördüklerini anlamlandırmaya çalışırsın, sonra mahallenin hayatını. Bazı sokaklarda don ve atlet karşı balkona iplerle bağlıdır, bazı sokaklarda ise tarihten izler ararsın kendi yaşamını düşünerek.

Sur içi sokaklarının, Beylikdüzü’ nden, Arnavutköy’den, Başakşehir’ den en büyük farkı nedir bilir misin? Koca beton yığınlarının içerisinde yaşamaya alışmış olanlardan bunu anlamasını beklemek elbette beyhude bir çaba olacaktır. Tek cümle ile anlatmak gerekirse,

Yaşanmışlık, sadece yaşanmışlıktır aralındaki fark.

Her kaldırım taşının bir hikâyesi vardır o sokakların. Yüzlerce yıl önce yaşamış insanların kokusu sinmiş, kapı tokmaklarından, camın kenarına asılan tülbent rengine kadar farklı anlamları içerisinde barındıran, herkesin bir hikâyesinin olduğu, tek tük de olsa kalan cumbalı evlere mahmur bakışlarla süzdüğün sokaklardır.

İnsanda böyledir. Bir evden içeri girdiğinizde evin aurası sizi ya çeker, ya da iter. Nohut oda bakla sofa evlerde bile hayat ışığı varken, çift kale maç yaptığınız koca evlerinizde ne bir ses ne de bir nefes.

Yemeğin dumanı tütmeyen, koltuk kenarları aşınmamış, herhangi bir yerde leke izi olmayan bir evde ne kadar çok anı olmasını bekleyebiliriz değil mi?

Yaşanmışlıklar sayesinde benliğimizde anılar biriktiririz sadece.

Kültürde böyledir işte. Yaşadığımız coğrafyadan yüzlerce devlet geldi geçti. Hepsinin de kendi hayatları, yaşanmışlıkları ve inançları vardı. Avusturya’da, İngiltere’de halen 1500’lü yıllara ait sokaklar aynı benliğinde kalabilirken, biz neden eski bir kervansarayın üzerinde Gül Pavyona benzeyen kıraathanelerin tabelasını görmek zorundayız. Neden geçmişle bağımıza sürekli engeller çıkartıyor, restore ettiğimiz yapıları ilk halinle alakası olmayan yerlere çeviriyoruz?

Geçmişle bağımızı kopartman için olabilir mi? Ama uzun adam 600 yıllık saltanatla övündüğü halde, her restore edilen bina nedense cin alinin çizimlerindeki görsellere benziyor. Hiçbir şey eski kokmuyor artık ülkemde. Ne insanlar, ne binalar, ne toprak kokusu ne de hava.

Bilmediğim bir coğrafyada, geçmişte duyduğum hikâyeler, beynimde bestecinin dizeleri ile yollarda avare avare gezerek notaların peşinden yollarda kayboluyorum sadece.

Yıllar önce Angela’nın Küllerini okuduğumda yazarın anlattığı sefaleti tahayyül etmeye kudretim yetmemişti. Artık bu coğrafyada her gün daha fazla görmeye, yaşamaya hissetmeye başladım. Eskiden çöpten yemek artığı almaya çalışanlar vardı elbet ama artık aynı konteynırdan beslenen aileler, çöpteki eşyayı almak için kavga edenler, yerde yatanlar…

Bunlar sadece göçmenlerdir diyebiliriz elbette. Yarın ülkelerine geri gönderdiğimizde konteynırlarımız bize kalacak diye sevinebiliriz de. Ama sorun sadece çöpten beslenme değil ki. Her geçen gün kültür mozaiğimizi de kaybediyor yitiriyoruz birer birer.

Eğer bir devrim yapmak istiyorsak, geleceğimizi çalanlardan hesap sormaya başlamalıyız. Bu coğrafyada yaşayan her bireyin özgürce yaşama, eğitim öğrenim hakkını nasıl ellerinden aldıklarını, neden gecekondu evlerde yaşadığımızı, batı ülkelerinde tarihi binalara çivi çakmayan neden insanların korktuğunu ama yöneticilerimizin çalakalem her şeyi değiştirme kudretini nereden aldıklarını sormalıyız.

Sorma vaktimiz gelmedi mi halen?

Mutlu insanlar, mutlu yarınlar yetiştirmek istiyorsak, bugün yaşayanların, yarınlara dair umut da bırakması gerekir.

Benden sonra tufan diyorsak, koy ver gitsin…

Visited 1 times, 1 visit(s) today
Close